9 Ekim 2014 Perşembe

Çocuktum...

Çocuktum!
5-6 yaşında var ya da yokum,
Şehirdeki ışıklardan silah seslerinden korkuyla yere kapaklanmış yatıyoruz,
Zaman geçmek bilmiyor,
Her geçen dakika korku daha çok artıyor,
Annem bir cesaret kapıyı açtı,
Asker olan alt komşumuza soluk almadan koştuk,
İki aile bir evde, zamanın geçmesini bekliyoruz. Ama zaman geçmiyor. Küçük bir çocuğun kalbindeki korkuyu düşünün ne olduğunu anlamadığın bir karmaşanın içindesin...
Ve, sadece korkuyorsun...
Saatler sonra alt komşumuzun eşi eve geldiğinde öğreniyoruz,
Günlerden 30 Ağustos Zafer Bayram’ı,
Şehirde kutlamalar var,
Ama biz kutlamaları bile çatışma zanneden bir kafayla yaşıyoruz...
Aradan neredeyse 20 yıl geçiyor,
Bingöl’de şehir merkezinde silah sesleri,
Bu sefer Bingöl’de değilim,
Ama anlayabiliyorum o şehirdeki küçük çocukların kalplerindeki korkuyu,
Onu bende yaşadım...
Yedi başlı masal ejderhaları dağılmışlar içimize,
Hortluyorlar dört bir yanımızda,
Ellerinde silahları bir neslin daha zihninde korkunç travmalar yaşatmaya çalışıyorlar...
Haberi duyduğumda tüylerim diken diken oldu,
Bizimkilerin oturduğu eve 200 metre uzaklıkta bir yer,
Daha ne kadar yakına gelebilir ki?
O an oradan geçen ben’den biri de olabilirdi...
Peki ya orada ölenlerin çocukları,
Aileleri...
21. yüzyıl kan saçıyor dört bir yana,
Biz, küresel vatandaşlık dedikçe,
Küresel vicdan dedikçe,
İnanmak,
Birliktelik,
Paylaşmak dedikçe birileri ‘’ben’’ diyor başka bir şey demiyor...
Silahları hiçbir zaman sevmedim,
Çocukken hiç silah oyuncağımda olmadı zaten,
Elime silah almayı da bu yüzden hep reddettim...
Şimdi hiç çocuk olmamışçasına ellerinde silahlarıyla caniler içimizde geziyorlar.
Peki ne için var Devlet?
Ben, bu sorunun cevabını yaklaşık bir yıl önce yazdığım kitapta zaten sormuştum.
‘’Bugün Dünya’daki devletlere baktığımız da üç tür devlet görüyoruz.
Birincisi vatandaşında aidiyet duygusu oluşturmuş, insanları tarafından sahiplenilen, eşitlikçi, adaleti ve sosyal devlet anlayışını sağlayan devletler. Bu devletler; ben, beni kuran insanlar için varım felsefesiyle teşkilatlanma sürecini devam ettirirler.
İkincisi vatandaşı tarafından sahiplenilmeyen, bir aidiyet duygusu oluşturamamış, toplumun adaleti değil benim adaletim, benim eşitlik anlayışım, benim sosyal devlet anlayışım, benim hukukum, benim kurallarım diyen devletler. Bu devletler; beni kuran insanlar bana hizmet etmek zorundalar felsefesiyle teşkilatlanma sürecini sürdürürler.
Üçüncüsü ise vatandaşı tarafından sahiplenilmek için çabalayan, bir aidiyet duygusu oluşturmaya çalışan, adaletli olmadığının farkında olan buna yönelik adımlar atan, toplumun bir kesimi için devlet insan için vardır felsefesini uygulayan, diğer kesimi içinde insan devlet için vardır düşüncesiyle hareket eden devletlerdir. Bu devletlerin içinde bir kesim Devletin kuruluş amaçlarına uygun bir şekilde teşkilatlanmasını sağlamak isterken diğer bir kesim ise kendi menfaatleri doğrultusunda devleti teşkilatlandırmak için uğraşır.
Bu üç devlet yapısına baktığımız da birinci sınıf devlet yapıları; Dünya’ya yön veren, insanlarının refah düzeylerini arttıran, Dünya’nın sanayi ihtiyacını karşılayan, Dünya’nın üretim ihtiyaçlarını gideren, gelişen teknolojiyi yönlendiren, yenilikleriyle Dünya’yı kontrol altına alan devletlerdir. Bu devletler Dünya’nın adeta lokomotifi niteliğindedir.
İkinci sınıfta olan Devletler ise vatandaşlarıyla uğraşmakla meşguldür. Çünkü gelişen teknolojiyle birlikte sosyal medya aracılığıyla, Facebook, Twitter gibi araçları kullanarak hızla örgütlenebilen insanlar kendileriyle aynı düşünen insanların sayılarını gördükçe meydanlara inerler ve içlerinde yatan Devlet yapısını istemek için adeta bir isyan başlatırlar. Çoğu zaman ya bu devletler yıkılır ya da bu devletleri yönetenler değişir. Bu devletler üreten bir toplumdan çok tüketen bir toplumdurlar. Dünya’nın gelişmiş ülkelerine bağımlıdırlar. Bu devletler lokomotif olan devletlerin yönlendirdiği yöne giderler.
Üçüncü sınıfta olan devlet ise kendi içinde bir çatışma halindedir. Bu bir iktidar mücadelesi gibi görünse de özünde Devletin bekası için verilen mücadeledir. Çünkü çatışmanın sonucunda Devletin çöküş süreci de başlayabilir, lokomotif olma süreci de başlayabilir. Verilen mücadelenin özünde aidiyet duygusu oluşturmak, insanların yaşamlarına dokunan bir devlet yapısına ulaşmak vardır. Bu devletler lokomotif olmakla yönlendirilen olmak arasında bir süreçten geçtiklerinden dolayı tartışmaların, çatışmaların, yargılamaların yaşandığı bir süreçten geçerler.’’
Türkiye olarak kendi rolümüzü netleştirmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.
Bunu yapması gerekenler bir tek devleti yönetenler değil.
Bunu 7’den 70’e herkesin yapması gerekiyor.
Yedi başlı masal ejderhaları içimizde her yerde; her an her yerde tehlike saçıyorlar.
Ve, tek istekleri var bu memleketi kan gölüne çevirmek,
O döktükleri kanın içinde boğulacaklarını bile bile bunu yapıyorlar.
Bu cennet vatanı cehenneme çevirmek isteyenler için yaşasın cehennem...
Bugün dünden daha çok ‘’ben, sen, o’’ demeden bizi cehenneme sürüklemeye çalışanlara karşı ‘’biz’’ deme zamanıdır...

8 Ekim 2014 Çarşamba

Bu İŞİD kimin?

Bu İŞİD kimin?
Kuruluşundan itibaren pek çok kez ismini değiştirdi.
İlk kurulduğu yıllarda ismi "Cemaat el-Tevhid vel-Cihad" idi.
Ekim 2004'te "Tanzim Kāidāt el-Cihād fî Bilâd el-Rafidayn" ya da daha çok bilinen "Irak el-Kaidesi" adını aldı.
Ocak 2006'da birkaç küçük grupla birleşerek "Mücahidîn Şûrâ Konseyi" adını, Ekim 2006'da da "Irak İslâm Devleti" adını aldı. Nisan 2013'te adı "Irak ve Şam İslâm Devleti" olarak değiştirildi.
2001 saldırılarıyla İslam’ın terörle anılmasını sağlayan El-Kaide’nin bir uzantısıyken Şubat 2014’te El-kaide bütün bağlarını kopardığını duyurdu.
Temmuz 2014'ten bu yana Ebu Bekir el-Bağdadi'nin sözcüsü Adnani'nin Hilafeti ilan etmesi ile ismi "İslâm Devleti" olarak kaldı.
Hangi İslam?
‘Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz.’ diyen İslam mı?’
‘Eğer bir kimse bir kimseyi öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir’ diyen İslam mı?
11 Eylül saldırılarından sonra İslam yeniden terörle anılmaya başlayan bir sürece sürükleniyor.
Her terör örgütünün bir sahibi olduğu gibi bunun da var bir sahibi...
Dinini dört dörtlük yaşayan biri olmasam da dininin ne olduğunu bilen biriyim...
Satranç oynayanlar bilirler bir kaleyi almak için bir kaç piyon verirsin, bir vezir almak için atını kaleni verirsin, mat etmek için vezirini bile verirsin...
Mantık oyunudur satranç...
Zeka ister, her hamleyi okumak gerekir...
Hani Şener Şen’in Av Mevsimi filminde dediği gibi tek bir bakış açısıyla bakmamak, sürekli bakış açısını değiştirmek gerekir...
Dün yazdım!
Muhammed Buazizi’nin ‘Beni görmüyorsan ben de görünmek için kendimi yakarım’ diyerek kendisini yakmasıyla başlayan süreç taşlarla değil insanlarla oynanan bir oyuna dönüştü.
Korkuyorum yedi başlı masal ejderhalarının bize ait masalı da her günü katliamlarla dolu bir masala çevirmesinden...
Birilerinin ölmemesi için sesimizi yükseltirken,
Ölüyoruz,
Öldürüyoruz,
Öldürülüyoruz...
Yıkmak, yakmak en kolayıdır.
Asıl zor olan ise inşa etmektir.
Yıkılan ve yakılan her yer bu memleketi batının ayakta alkışladığı bir döneme götürecek.
Bu coğrafyaların ilerlemesini, gelişmesini, dünya ülkeleriyle rekabet etmesini zaten hiçbir zaman istemediler...
İstemedikleri içinde piyonlarını bir bir verdiler.
Biz, piyonları her aldığımızda oyunun kazananı biziz havasına girdik.
Farkında değildik mesele piyonları almak değildi...
Etrafımdaki insanlara bakıyorum,
Paylaşımlarına bakıyorum,
Sosyal medyaya bakıyorum,
Franz Kafka’yı anımsıyorum.
Hani şu dönüşüm kitabında hamamböceğine dönüştürdüğü insana...
Yani kendisine...
Bir sabah uyanacaksın,
Ve, hamamböceği olarak uyanacaksın...
Neden mi hamamböceği?
Daha tiksindiricisi var mı?
Farkında olmadan dönüşüyoruz,
Ve, tiksinti uyandıran bir hal alıyoruz...
Dört bir yanımızı sarmış yedi başlı masal ejderhaları kendi kanlı bataklıklarına bizi çekmeye çalışırken dünden hazır bir şekilde ayak uydurduk korkunçluğa...
Nefret söylemleriyle haykırdıklarınız bu memleketin insanları,
Lanet okuduklarınız bu devletin vatandaşı,
Yani Biz’den birileri...
Biz’in ise gidebileceği başka yer yok...
Biz’e gelenlerin hali ise zaten ortada...
Yıkmak, yakmak, bölmek en kolayı...
İşte yanı başımızda Suriye, Irak...
Mesele dik durabilmek,
Birlik olabilmek,
Ben, bu oyunda yokum diyebilmek...
Yıkılan inşa edilir,
Yakılan yeniden yapılır,
Kırılan onarılır,
Sökülen yerine koyulur,
Ama ölen hiçbir can geri gelmez...
Ve, yedi başlı masal ejderhaları can almaya başladı mı bir kere bunun sonu gelmez...
Sahi ya bu İŞİD kimin?

7 Ekim 2014 Salı

Kobani...

Muhammed Buazizi ismini duydunuz mu?

Tunuslu bir seyyar satıcıydı. Ekmeğinin peşinden koşan borçlu bir genç. 200 dolar borçlanarak satın aldığı malları satarak yaşamını kazanmaya çalışıyordu.

İzni olmadığı için tezgahına el koydu güvenlik görevlileri. Tezgahı elinden alınan Muhammed Buazizi son bir ümitle Valilik binasına giderek Vali ile görüşmek istedi. Ancak bütün kapılar yüzüne kapandı.

O da kulaklarda yankılanan çığlığını yükseltti. ‘’Beni görmüyorsan ben de görünmek için kendimi yakarım’’

Ve, kendini ateşe verdi.

Adaletsizliğe, eşitsizliğe, zorbalığa, esarete vurulan zinciri kıran bir alev sarmaya başladı bütün Ortadoğu’yu...

Aynı dili konuşmasalar bile aynı duyguları paylaşan insanlar farklı coğrafyalardan bir araya gelerek omuz omuza verdiler.

Ve, Arap Baharı 2010 yılında Tunus’ta başladı.

Ortadoğu da ılık bir bahar esintisi başladı canlanıyor doğa,

Eskimiş örtüsünden kurtuluyor topraklar,

Tomurcuklanıyor bir bir dallar,

Çıngıraklarıyla ovaya açılıyor sürüler,

Cıvıltıları  sarıyor kuşların dört bir yanı,

Özgürlük geliyor Ortadoğu’ya özgürlük,

Adaletsizlikler bitiyor,

Eşitlik herkes için geliyor...

Dört yıl önce Tunus’ta başlayan isyanın getireceği baharın hayalleriydi bunlar,

Sonra kapıldı Muhammed Buazizi ‘den yükselen aleve; bir bir Arap toplumları...

Batı ise bu bir devrim diye manşetler atıyordu. 1848 devrimine mi, 1968 hareketine mi yoksa 1989 devrimine mi benzediğini konuşarak yanan aleve daha çok odun atıyordu.

Ortadoğu asırlık bir hayalin yaşatıldığı coğrafyaydı. Yanması demek hayallerin gerçekleşmesiydi. Yıkılması demek yeniden inşa edilmesiydi. Yönetenlerin devrilmesi demek yeni yöneticilerin gelmesi demekti. Seçim demek liderlik kavgasıydı ve daha çok bölünmeydi...

İnsanlar devrim çığlıkları atarken birileri kendi devrimini devrim diye bağıranların üzerinden gerçekleştiriyordu.

Ortada tek bir devrim vardı Muhammed Buazizi’nin çığlık çığlığa yanan bedeni.

Tarih Nisan 2012 Türkiye’deki mülteci sayısı 24.000’e ulaştı.

Yalın ayak gezerken minicik ayaklarının altı nasırlanan çocuklara alıştık,

Sokakta açım diyen insanları duymamaya başladık,

Mecburlar diyerek bütün ucuz işleri yaptırdık,

Neden mi?

Tarih Ekim 2015 Türkiye’deki mülteci sayısı 2 Milyon...

Muhammed Buazizi’nin yükselen çığlığını kullanarak Ortadoğu’yu kana bulayanlar,

Aslında büyük bir savaşı başlattılar.

Bir önceki asır gibi cephe savaşları beklemeyin,

Olmayacak.

Bu savaş her yerde devam ediyor.

Dört yıldır Ortadoğu’da kan durmuyor,

Silahlar susmuyor,

Canlı bombalar patlıyor,

Sana, bana, ona benzeyen insanlar ölüyor...

Ölümlere suskun kalan 21. yüzyıl insanlığını da beraberinde öldürüyor...

Dört yıldır Ortadoğu’da insanlar katlediliyordu,

Bugün katliam kapımıza Kobani’ye kadar dayandı.

Suruç’tan film setini çeker gibi görebiliyoruz artık yükselen dumanları,

Duyabiliyoruz yükselen silahların sesini...

Kendine Müslümanım diyenler,

Müslümanları katlediyorlar, bizde kameralarımızla çekiyoruz...

Hangi Müslümanlık?

Kimin Müslümanlığı?

Yok böyle bir Müslümanlık,

Olmadı olmayacakta hiçbir zaman,

Öldürmemeyi, yaşatmayı emreden bir dine inananlar bunu yapamazlar...

Dünya’daki bütün katliamlara karşı sessiz kalmak,

İnsan olmamaktır...

Değil Kobani,

Değil Filistin,

Değil Afrika,

Değil Çin,

Dini, ırkı, milleti, dili ne olursa olsun yaşamalı insan,

Bize bunu emrediyor yaratan...

Muhammed Buazizi’nin yükselen çığlığını kullananlar bugün bu savaşı bir başka coğrafyaya doğru taşıyorlar;

Alev Ortadoğu’dan Türkiye’ye doğru yaklaşıyor.

Ve, buraları yakıp yıkmak oradaki savaşı durdurmayacak,

Tam aksine bu savaşı içimize taşıyacak...

Zaten her gün daha çok birbirini ötekileştiren,

Birbirinden nefret eden bir toplum olmaya doğru gidiyoruz,

Kendimizin dışında hiç kimseye tahammül etmiyoruz...

Bir de bu savaş sıçrarsa memlekete birbirimizi ötekileştireceğimiz,

Birbirimizden nefret edebileceğimiz bir çatı dahi bulamayacak korkunç günler kapıda...

Uzak gibi görünse de öyle...

Arap Baharı’nın başladığı zamanları hatırlayın; Suriye’de ne vardı sahi. Halep’e, Şam’a en çok tur düzenleyen ülkeydik, ikili ilişkilerimizin zirve yaptığı bir yerdi Suriye...

Peki ya şimdi?

2011’den bu yana bilinen 200 bin kişi öldü.

Bugün Türkiye’yi yangın yerine çevirmek,

Ne Kobani’deki,

Ne de bir başka yerdeki yangını söndürmez,

Sadece oradaki yangını bize sıçratır...

200 bin kişinin ölmediği bir Türkiye için ‘’Ben, bu oyunda yokum.’’

Küresel Vicdan sahibi olan herkesin yapması gereken, dili, dini, ırkı ne olursa olsun tüm ölümlerin karşısında vicdanının sesini yükseltmek...

Daha şimdiden bilançomuz korkunç.

OHAL dönemlerini anımsatan sokağa çıkma yasakları,

Kendi devletiyle çatışan insanlar,

Her yeri yakıp yıkanlar,

Ve, 3 korkunç ölüm...

Şiddete şiddetle karşılık verenler içinde,

Şiddete başvuranlar içinde başka Türkiye yok...

5 Ekim 2014 Pazar

II. KOP Bölgesel Kalkınma Sempozyumu için yola çıktık...

Merhaba Arkadaşlar,
II. KOP Bölgesel Kalkınma Sempozyumu için yola çıktık...
23-24 Ekim'de Niğde'de buluşuyoruz.
KOP Bölgesinde büyük bir hayali gerçekleştiriyoruz.
7 Üniversite'nin KOP Bölge Kalkınma İdaresi'nin öncülüğünde oluşturduğu UNİKOP yapısı ile birlikte çalışma kültürünü geliştiriyoruz.
Hızla gelişen Dünya Üniversiteleriyle rekabet gücümüzü arttırmak,
Dünya üniversiteleri sıralamalarında yer almak için Üniversitelerin kendi sınırlarının içerisinde çalışma yapmalarının ötesine geçmeleri,
Kamu,
Sivil Toplum,
Ve, diğer üniversitelerinde işbirliğiyle dinamik yapıların oluşturulması gerekiyor...
UNİKOP bu açıdan önemli bir model...
Niğde, Aksaray, Karaman ve Konya illerindeki Üniversitelerin KOP Bölge Kalkınma İdaresi öncülüğünde oluşmuş bir yapı...
Gelişmiş ülkelerde gelişmenin temelinde farklı bakış açılarının bir masa etrafında buluşturularak olgunlaştırılması yatarken,
Bizde ise tam tersine hakim olan bakış açılarıyla farklılıkların bir masa etrafında buluşmasını yıllarca unuttuk...
Küçük adımlarla başlayan buluşmaların gerçekleşmesi,
Birlikte yapılan organizasyonlar,
AR-Ge çalışmaları,
Etkinlikler yarınlar için daha büyük adımların atılmasını sağlar düşüncesiyle hareket ederek gerçekleştirdiğimiz bir başka etkinlik olacak II. KOP Bölgesel Kalkınma Sempozyumu...
KOP İdaresi olarak UNİKOP Üniversiteleriyle birlikte Başbakanımız, Kalkınma Bakanımız ve daha bir çok isme evsahipliği yapacağımız Sempozyum ile amacımız;
Üniversiteler, Kamu, Sivil Toplum ve Özel Sektörün buluşması,
Birlikte çalışma kültürünün geliştirilmesi,
İyi uygulamaların paylaşılması,
Gençliğin bakış açısının öğrenilmesi,
Kalkınma sürecine aktörlerin katkısının arttırılması,
Yenilikçi yaklaşımların ortaya konması,
Yaratıcı fikirlerin desteklenmesi...
Bu bağlamda;
Enerji-Doğal Kaynaklar
Gıda-Tarım-Orman-Kırsal Kalkınma
Haberleşme-Bilişim
Kültür-Sanat-Spor-Turizm
Gençlik
Sağlık Bilimleri
Sanayi-Ulaştırma-Lojistik
Sosyal-Eğitim-Beşeri Bilimler alanlarında 200'e yakın bildirinin geldiği Sempozyum ile her alanda Kalkınma sürecine bir bakış açısı kazandırmak istiyoruz.
Bizden sonraki nesillere bırakabileceğimiz en büyük zenginliğimiz bize bırakıldığından daha yaşanılabilir,
Daha rekabat edebilir,
Günceli daha iyi takip edebilen bir Türkiye...
Bu yoldaki çalışmalara katkı sunmak için gerçekleştireceğimiz Sempozyum'a ait detaylara www.unikop.org http://sempozyum.nigde.edu.tr/unikop2014/adreslerinden ulaşabilirsiniz...